Toplumun her kesiminden birine "Adil bir düzen ister misiniz?" diye sorulduğunda, alınacak yanıt neredeyse istisnasız olarak güçlü bir "Evet" olur. Adalet, sadece bir kavram değil; bireylerin huzurunu, toplumsal düzeni ve insan onurunu ayakta tutan temel bir direktir.
Ancak ironik bir şekilde, adaleti en çok diline dolayanlar, onu en çok aşındıranlar olabiliyor. Yöneticiden vatandaşa, aydından sıradan insana, iktidardan muhalefete kadar herkes adalet talep ediyor. Hatta hukukla yüzleşen bir suçlu bile savunmasını "adalet" üzerine kurabiliyor. Peki, söylemde bu kadar birleşilen bir değer, pratikte neden bu kadar zayıf kalıyor?
Gerçek şu ki, "herkes için adalet" isterken, "kendimiz için ayrıcalık" arayan bir yapıya büründük. Çıkarlarımıza dokunmayan adil kararları alkışlarken, menfaatimiz en ufak bir risk altına girdiğinde aynı adaleti delmekten çekinmiyoruz. Bu ikiyüzlü tutum, bitmeyen kavgaların, sarsılan toplumsal güvenin ve bir türlü kalıcı hale gelemeyen huzurun da ana kaynağını oluşturuyor.
Birbirinin başarısını kıskanan, fırsatını bulduğunda ayağını kaydırmaya çalışan ve sürekli bir çıkar çatışması içinde yaşayan bir toplumun bedelini hep birlikte ödüyoruz. Söylemlerimiz adaletle süslü olsa da, eylemlerimiz genellikle kayırmacılık ve ben-merkezcilik tarafından şekilleniyor.
Sonuç olarak, adalet talebimiz samimi ancak hep başkaları için geçerli. Kendimiz için istediğimiz ise adaletin keskin kılıcı değil, ayrıcalığın yumuşak dokunuşu oluyor. Belki de toplumsal sorunlarımızın kökeninde şu sessiz itiraf yatıyor: "Adalet sizin olsun, bize lütfen ayrıcalık tanıyın."