Memur-Sen Kadınlar Komisyonu “Aile ve Kadın Politikalarına Yeni Bir Paradigma” raporunu açıkladı

Memur-Sen Kadınlar Komisyonu Başkanı Sıdıka Aydın, “İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması herhangi bir boşluk üretmediği gibi olumlu bir adım olmuştur” dedi.

Memur-Sen Kadınlar Komisyonu “Aile ve Kadın Politikalarına Yeni Bir Paradigma” raporunu açıkladı

Memur-Sen Kadınlar Komisyonu Başkanı Sıdıka Aydın, “İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması herhangi bir boşluk üretmediği gibi olumlu bir adım olmuştur” dedi.

Memur-Sen Kadınlar Komisyonu Başkanı Aydın, kadın ve aile politikalarının analiz edildiği, şiddetten arındırılmış bir toplum arayışına katkı sunulmasının hedeflendiği “Aile ve Kadın Politikalarına Yeni Bir Paradigma” isimli raporu Memur-Sen Genel Merkezi’nde düzenlenen basın toplantısı ile açıkladı. Raporun üç ana güzergah üzerinden şekillendiğini söyleyen Aydın, “Malumunuz İstanbul Sözleşmesi, yol açtığı toplumsal rahatsızlık ve demokratik talepler doğrultusunda 20 Mart 2021 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan Cumhurbaşkanı Kararı’yla Türkiye bakımından feshedildi. Sözleşmenin kaldırılması herhangi bir

boşluk üretmediği gibi olumlu bir adım olmuştur. Kadınlar Komisyonu olarak feshin hemen akabinde konuyu etraflıca ele almak için bir çalışma başlattık. Bugün kamuoyu ile paylaşacağımız rapor mart ayında başlayan uzun soluklu çalışmamızın neticesidir. Raporumuz üç ana güzergah üzerinden şekillenmiştir. İlk olarak toplumsal cinsiyet paradigmasının şekillendirdiği ulusal mevzuat incelenmiştir. Akabinde yasal statüsünden devletin müdahalesine değin aile kurumu mercek altına alınmış ve son olarak üzerinde çokça konuşulan ancak detaylı olarak ele alınmayan şiddet olgusu irdelenmiştir” diye konuştu.

“Sözleşmenin ideolojik ruhundan ve zihniyetinden arındırılması gerekmektedir”

Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmekle derin bir kültürel işgal badiresini atlattığını, ancak toplumsal cinsiyet ideolojisini ana akımlaştırmayı hedefleyen yaklaşımın varlığını sürdürmekte olduğunu söyleyen Aydın, “Karşı karşıya olunan temel problem şudur; Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nin şeklen feshiyle yetinecek midir? Yoksa ruhen de feshini sağlamaya yönelik adımlar atarak, cinsiyet ve aile konularında özgün, özgür, toplumsal değerlerle barışık ve dengeli bir yaklaşımla yeni çözümler üretmeye mi çalışacaktır? Sözleşmeye dayanılarak ulusal mevzuatta yapılan bütün düzenlemeler, programlar, uygulamalar ve kurumlar fesihten sonra da devam etmektedir. Sözleşmenin feshi sebebiyle ulusal mevzuatta henüz bir değişim yaşanmamıştır. Bununla birlikte sözleşmenin mevzuata ve politikalara sinen ruhu nedeniyle olumsuz etkisi sürmektedir. Bu bağlamda sözleşmeden çekilmek yeterli değildir. Mevzuatın ve kurumların sözleşmenin ideolojik ruhundan ve zihniyetinden arındırılması gerekmektedir. Bugün, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü vizyonundan kadına yönelik şiddetle mücadele ulusal eylem planlarına, halen yürürlükte olan Kadının Güçlenmesi Strateji Belgesi ve Eylem Planı’ndan 6284 Sayılı Kanun’a değin toplumsal cinsiyet paradigması halen mevzuattaki etkin durumunu muhafaza etmektedir. Şu bir gerçektir ki Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmekle derin bir kültürel işgal badiresini atlatmıştır. Ancak görüldüğü üzere toplumsal cinsiyet ideolojisini ana akımlaştırmayı hedefleyen yaklaşım varlığını sürdürmektedir. Aileye dair ulusal hukuku incelediğimizde genel olarak ahenksiz bir aile mevzuatına sahip olduğumuz görülmektedir. Ulusal hukukumuz, toplumsal cinsiyet paradigmasını benimseyen ve benimsemeyen yaklaşımların çatışma sahnesidir. Bir bütün olarak bakıldığında kadın-erkek ve aile olgularını ilgilendiren mevzuatın toplumsal değer ve gerçekliklerden uzak ahenksiz olduğu görülmektedir” şeklinde konuştu.

“Kültürel ahengini kaybetmiş bir toplumda güvencesiz kalan kadınlar sıklıkla şiddet mağduru olmakta”

Ceza hukukuyla yakından ilişkili olan şiddet kavramının ceza hukukunda tanımsız bırakılmasının kavramın başka başka tanımlarının kamu organlarınca benimsenmesine yol açtığını belirten Aydın, “Bugün İstanbul Sözleşmesi feshedildi ancak sözleşmenin en büyük vaadi olarak lanse edilmesine rağmen önleyemediği şiddet olgusu maalesef devam etmektedir. Kadına şiddet bir vakıadır; modernizmin getirdiği rol karmaşalarının sonucudur. Türkiye’nin aile krizinin kökeninde rol karmaşası, rol karmaşasının kökeninde ise kültür buhranı vardır. Kültürel ahengini kaybetmiş bir toplumda güvencesiz kalan kadınlar sıklıkla şiddet mağduru olmakta, özellikle kanun nezdinde güvenceler bulduklarında ise erişebildikleri imkanları şiddet faili olmak yönünde kullanabilmektedir. Şiddeti hukuki olarak mercek altına aldığımızda, açık bir tanım noksanlığı söz konusudur. Oysa bir sorunun çözülmesinin ilk basamağı, kavramın hukuki olarak tanımlanmasıdır. Zira bir olguya el atılırken en önemli aşama tanımdır. Türk ceza hukuku geleneğinde soyut olarak şiddet suçu bulunmamaktadır. Haliyle şiddetin doktriner bir tanımı da bulunmamaktadır. Ceza hukukuyla yakından ilişkili olan şiddet kavramının ceza hukukunda tanımsız bırakılması, kavramın başka başka tanımlarının kamu organlarınca benimsenmesine yol açmaktadır. Karşı karşıya olduğumuz sorunsal şudur; yasal dayanağı, dolayısıyla bağlayıcılığı olmayan şiddet tanımları, hukuk politikalarının, özellikle de çok hassas bir alan olan aile politikalarının kaynağı olabilir mi? Olursa hukuk sistematiği dağılmaz mı? Hukuk namına hukuksuzluklara yol açılmaz mı? Gündemde en üst sıralarda tutulan şiddetin kanunlarda yani Türk hukukunda tanımsız bırakılan bir kavram olması ilk başta şaşırtıcı gelebilir. Fakat vakıa budur. Son on yıldır Türkiye hukuki tanımdan yoksun, bir o kadar da yoğun şiddet tartışmalarına teslim olmuş durumdadır. Şiddetin bir gerçeklik olması, tartışmaların zeminine ve yöntemine dair eleştiriler getirmeyi fazlasıyla zorlaştırmaktadır. Yöntemsel eleştiriler, radikal feminist reaksiyona çarparak, erillik, hatta şiddet yanlılığıymış gibi gösterilmekte, savuşturulmaktadır. Şiddet, özellikle de kadına şiddet konusu bir söylemsel despotizme dönüşmüş durumdadır. Şiddetin sahici ve makul yollarla çözümlenip bertaraf edilmesini zorlaştıran da budur. Şiddete yaklaşımda en büyük hata, mücadeleye parçacı yaklaşılması ve odağın doğru belirlenmemesidir. Kadına şiddet vurgusu, bilinçli veya bilinçsiz olarak erkeklik karşıtlığı üretmekte, kadın-erkek çatışmalarını azaltmak şöyle dursun, arttırmaktadır. Bu rapor, öncelikle şiddete bütüncül yaklaşmayı, Şiddetle mücadelede illa ki bir odak belirlenecekse de çocuğun öncelenmesini önermektedir” ifadelerini kullandı.

“Şiddet, nesilden nesle aktarılan bir iletişim hastalığıdır”

"Şiddetin görüldüğü ve normalleştirildiği dönem kişinin yetişme dönemidir" diyen Aydın, “Günümüzde şiddetin çok büyük oranda öğrenilmiş bir davranış olduğu araştırmalar neticesinde kesinlik kazanmıştır. Şiddet, nesilden nesile aktarılan bir iletişim hastalığıdır. Bu bağlamda erken çocukluk dönemi kritiktir. Sivrisineklerle uğraşmaktansa bataklığı kurutmaya çalışmak daha doğru bir stratejidir. Bataklık, çocukluk evresidir. Şiddetin görüldüğü ve normalleştirildiği dönem, kişinin yetişme dönemidir. Şiddete sadece maruz kalmak değil, tanık olmak bile ciddi bir mağduriyettir. Üstelik bu mağduriyet günümüzde televizyon ve bilgisayar başta olmak üzere elektronik cihazlarla son derece yaygınlaşmıştır. Gittikçe sıradanlaşan ve sıradanlaştığı ölçüde toplumu kuşatan şiddete karşı topyekûn bir mücadeleye ihtiyacımız olduğu açıktır. Bu konu ertelenemez, küçümsenemez, basitleştirilemez. Dün şiddet olgusunun sağlıklı tartışılmasının önündeki en büyük engel, şiddetle mücadeleyi İstanbul Sözleşmesi’ne indirgeyen ideolojik yaklaşımdı. Bugün ise İstanbul Sözleşmesi’nin tahrif ettiği mevzuatın ve tahrip ettiği değerlerin tamiri ile şiddeti kökten önleyecek düzenlemeler ve programların başlatılması için bir kamusal müzakere sürecinin tam zamanıdır. Nitekim Sözleşme’nin iptalini bir son olarak değil, şiddetle topyekûn mücadelede bir başlangıç olarak görmekteyiz” dedi.

Aydın, “İstanbul Sözleşmesi’yle aynı frekansta olan toplumsal cinsiyet ideolojisine dayalı bütün mevzuat ayıklanmalı ve tasfiye edilmelidir. İstanbul Sözleşmesi’nin ulusal uygulama yasası olan 6284 sayılı Kanun ilga edilmelidir. Şiddetle mücadelede dengesizlik oluşturmayacak, kapsamlı, probleme bütüncül ve yapısal yaklaşan yeni ve daha etkili bir yasa çıkarılmalıdır. Şiddetin kök sebeplerini araştırmak ve ortadan kaldırmak, şiddeti artıran söylem ve yaklaşımları tespit etmek, şiddetle mücadeleyi koordine etmek ve izlemek üzere, yeni paradigmayı hayata geçirecek nitelikte bir komisyon kurulmalıdır. Öne çıkardığımız anlayışa uygun olarak şiddeti önleme ve şiddet mağdurlarını koruma mekanizmaları, cinsiyetçi yaklaşımdan uzak, etkili ve adil bir şekilde dizayn edilmelidir. İyi niyetli olsa dahi müdahalenin aile kurumunu kırılganlaştırdığı bilinmeli, kamu gücünün aileye müdahalesi istisnai düzeyde tutulmalıdır. Aileyi ilgilendiren düzenlemeler aileyi kamu kurumu olarak konumlandırmamalıdır. Ailelerin sivil, özgür ve özgün yapısına saygı duymalı, bu yapıyı korumaya özen göstermelidir. Devletin aileye duyarlı politikalar geliştirmesi aile politikaları açısından kırmızıçizgi olmalıdır. Modern hayatın getirdiği çalışma koşulları karşısında aileye duyarlı çalışma düzeni güçlendirilmeli, iş-aile hayatı uyumu artırılmalıdır. Evlilik teşvikinden aile yardımına, doğum izninden süt iznine, bakım hizmetlerinden aile dostu vergilendirmeye kadar bütün alanlarda aileyi güçlendirecek politikalar geliştirilmelidir. Evlenmenin sözleşme hukuku kapsamına alınması, Medeni Kanun’un da bu mantıkla hazırlanması devletin atması gereken en önemli adımlardandır. Kamu organları feminist yönlendirmelerden sıyrılmalı, ailenin korunmasında toplumsal cinsiyet ideolojisinin ötesinde bir yaklaşım benimsemeli, Devlet, kadın ve aile politikalarının birbirini zayıflatan iki alternatif olarak gösterilmesine dayanan ideolojik baskıdan azade hareket etmelidir” değerlendirmesini yaptı.

Devletin şiddetle mücadele ve aileye müdahale konularında yeni bir paradigmaya ihtiyacı olduğunu ifade eden Aydın şunları söyledi:

“Paradigmanın inşası için toplumsal istişare kanalları sonuna kadar açılmalı, sosyal paydaşlar, sendikalar, üniversiteler, sivil toplum örgütleri ve ilgili kurum, kuruluş ve kişiler istişare süreçlerinde yer almalıdır. Hazırlanacak çalışmalar, mevzuat metinleri ve programlar geniş ve nitelikli bir kamusal tartışmaya mutlaka açılarak yasalaşmalı ve uygulanmalıdır. Bu bağlamda bugün kamuoyuna ilan edilecek olan Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele 4. Ulusal Eylem Planı’nın hazırlık sürecinde sosyal diyalog mekanizmalarının işletildiğini söylemek pek de mümkün değildir. Bu vesileyle bu gibi planlamalarda sosyal paydaşların, haberdar edilmenin ötesinde istişarelere dahil edilmeleri gereğini tekraren hatırlatmak isteriz. Sosyal diyalog mekanizmaları işletilmeden toplumsal uzlaşı zeminleri yakalanması olanaksızdır. İstanbul Sözleşmesi’nin feshi buna en canlı örnektir.”